14 Mart 2010 Pazar

AH BABAM !!!

Ne yolculuktu ama...

Uçağa zor yetişmiştim...

Beni çağırıyorlardı...

Ama neden?

Bilmiyordum...

. . .

Çağrıldığıma göre önemliydi...

Hem de çok önemliydi...

Yoksa kolay kolay çağırmazlardı... Çağıramazlardı...

Bir saatlik taksi yolculuğu...

Beni vaktinde yetiştirmeye çalışan pozlarda ama aslında umursamaz bir şoför ve teypte anlamsız bir türkü...

Beynim durdu...

Milyon ihtimal birbiriyle bağlandı, birbiriyle kesişti ve netice:

Ya müjde, ya ölüm...

Neticeye baktım ve bir kenara koydum...

Saate bakmak daha mantıklıydı...

Uçağa az vardı...

Yetişmek zorundaydım...

Şoför ilginç bir adamdı... Dışarısı öyle...

Asfalt berbat...

Otomobil kevgir...

Gidiyordum...

Ya müjde, ya ölüm...

. . .

Uçak...

Her şey yirmibeş dakika sonra...

Uçaktan ineceğim...

Çıkış kapısının önünde bekleyenler bir şey söylemese bile, neticeyi anlayacağım...

Müjde için başka insanlar, ölüm için başka insanlar karşılamalıydı beni...

İndik...

Çıkış kapısındayım...

Bekleyenlere, kalabalığa bakıyorum...

Ve ölüm...

. . .

Babam ölmüş...

. . .

O an babamı aslında ne kadar yanlış tanıdığımın ve aslında ne kadar yanlış bir evlât rolü oynadığımın farkına varıyorum...

Ama...

Ama geçmiş olsun...

. . .

Baba...

Babam...

Bu ne ifade ediyor. Babam deyince aklınıza gelen, aslında hep aklınıza gelen şeydir...

Babanızı, babalık sıfatından soyutlayıp, insanlardan bir insan olarak ele aldınız mı hiç?

Onu anlamaya çalıştınız mı?

Hayır...

Bunu ben ancak "baban öldü" dedikleri zaman anladım...

Sadece babamı değil, bir türlü dost olamadığım en iyi dostumu, bir türlü arkadaş olamadığım en iyi arkadaşımı kaybettiğimi anladım...

. . .

Ve şimdi...

Aynaya bakıyorum...

Babamı görüyorum...

Oğluma bakıyorum...

Kendimi görüyorum...

Korkuyorum...

alıntı

İNTİKAM

İntikam

Aaron Hacker’in emlak bürosunun önünde New York plakalı kırmızı, spor bir araba durdu. Arabadan inen şişman adam, büroya doğru yürüdü. Sıcaktan ter, ince elbisesinin üstüne kadar çıkmıştı. 50 yaşında görünüyordu. Yüzü heyecandan kızarmış, fakat kısık gözlerindeki kararlı, donuk bakış değişmemişti. İçeriye girince başıyla Aaron’a selam verdi.

- ”Bay Hacker?” Aaron gülümseyerek,
- ”evet benim, sizin için ne yapabilirim. Bay..?”

Şişman adam,

- ”Dill” diyerek kendisini tanıttı. ”Zamanım çok az, hemen konuya girsek iyi olacak.” dedi.

- ”Benim için de iyi olur Bay Dill. İlgilendiğiniz belli bir yer var mı?”

- ”Doğrusunu isterseniz, evet. Kasabanın kenarındaki eski bina.”

- ”Sütunlu ev mi?”

- ”Ta kendisi. Yanılmıyorsam üzerinde SATILIK tabelası var.” Aaron kuru bir sesle,

- ”Evet, bizim satış listemizdedir.” Kalınca bir defterin yapraklarını karıştırdı. Sonra daktilo ile yazılmış bir sayfayı işaret etti:

”160 yıllık bina. 8 odası, 2 banyosu, otomatik gaz fırını, geniş terasları, çevresinde ağaçları var. Çarşıya, okula yakın. 750.000 dolar.”diye okudu ve ekledi:

- ”Hala ilgileniyor musunuz?”

Adam oturduğu yerde rahatsız olmuş gibi kıpırdandı. “Neden olmasın. Olumsuz bir yanı mı var?”

Aaron, “Aslına bakarsanız,” dedi. “Bu evi defterime yalnızca yaşlı Sade Grim’in hatırı için kaydettim.Ev asla onun istediği kadar etmez. Uzun zamandır onarım görmemiş çok eski bir binadır. Kirişlerden kimi bir kaç yıl içinde çökecek durumda. Bodrumu ise yılın yarısında su ile doludur.”

- ”Öyleyse sahibesi neden bu kadar çok istiyor.”

Aaron omuz silkti. “Herhalde kendisi için manevi değeri olacak. Çok eskiden beri ailesine aitmiş.” Şişman adam gözlerini yerde gezdirdi. “Bu çok kötü.” dedi. Başını kaldırıp Aaron’a baktı ve çekingen bir biçimde gülümsedi. “Hoşuma gitmişti. O, nasıl söylesem bilemiyorum, tam aradığım evdi.”

Aaron güldü. “100.000 dolara belki iyi bir alışveriş olurdu ama, 750.000 dolara…Sanırım Sade’in düşüncesini de anlıyorum. Hiç bir zaman fazla parası olmadı. Kendisine kentte çalışan oğlu bakıyordu. Sonra adam 5 yıl önce öldü. Onun için ev satmanın akıllıca bir iş olacağını biliyor. Fakat gönlü bir türlü evden ayrılmaya razı olamıyor. Bu yüzden eve kimsenin almaya yanaşamayacağı bir fiyat koyuyor. Böylece kendini avutuyor.”

Üzgün bir ifade ile başını salladı.”Dünya ne kadar garip değil mi?”

Dill soğuk bir sesle “Evet.” dedi. Sonra ayağa kalktı. “Kendisini bulup fiyatı biraz düşürmesini isteyeceğim.” Otomobilini Bn.Grim’in evinin önündeki yıkık dökük çürümüş tahta parmaklıkların önüne park etti. Evin çevresini tümüyle yabani otlar kaplamıştı. Kapıya çıkan kadın kısa boylu, beyaz saçlı idi. Yüzündeki hatlar, küçük inatçı görünüşlü çenesine kadar iniyordu. Havanın sıcak olmasına karşın sırtında kalın, yün bir örme hırka vardı.

- ”Bay Dill olmalısınız.”dedi, “Aaron Hacker buraya gelmekte olduğunuzu telefonda söyledi. İçeri girmez misiniz?”

- Dill, “Dışarısı korkunç derecede sıcak.” diye söylendi.

- ”Öyleyse içeri girin. Buzluğa biraz limonata koymuştum. İçeriz.”

İçerisi loş ve serindi. Pancurlar kapatılmıştı. Eski tarz geniş koltuklarla döşenmiş büyük bir salona girdiler. Yaşlı kadın ellerini sıkı kenetleyerek sallanan bir sandalyeye oturdu. Şişman adam öksürdü…

- “Bn. Grim, az önce emlakçınız ile konuştum.”

Kadın,”Tümünden haberim var.” diye sözünü kesti.

- “Aaron fikrimi değiştirebileceğ iniz düşüncesi ile sizi buraya yollamakla akılsızlık etmiş. Doğrusunu isterseniz amacımın bu olduğuna da pek emin değilim.”

- ”Bayan Grim, sizinle biraz konuşabileceğimi sanmıştım.” Bn. Grim sallanan sandalyesini gıcırdatarak arkasına yaslandı.

- ”Konuşmak için para alınmaz, ne istiyorsanız söyleyin.”

- ”Evet, haklısınız.” Adam beyaz bir mendille yüzünün terini sildi.

- ”İzin verirseniz anlatayım. Bir iş adamıyım. Bekarım.Uzun yıllar çalıştım ve iyi bir servet yaptım. Artık dinlenmeyi hak ettim. Yaşamımın sonlarını geçirebileceğim sakin bir yer arıyorum. Burayı sevdim. Bir kaç yıl önce Albany’ye giderken buradan geçmiştim. O zaman bir gün buraya yerleşebileceğ imi düşünmüştüm. Bugün kasabadan tekrar geçerken, burayı gördüm. Tam istediğim yerdi.”

- ”Burayı ben de severim, Bay Dill. Böyle oldukça yüksek bir fiyat isteyişimin nedeni de bu zaten.”

Dill gözlerini kaldırıp yaşlı kadına baktı.

- “Oldukça yüksek bir fiyat değil mi? Kabul etmelisiniz ki Bn.Grim, bu günlerde böyle bir ev en fazla…”

”Yeter.” diye bağırdı kadın.

- “Bay Dill bu konuda sizinle kesinlikle tartışmak istemiyorum. Eğer istediğim parayı vermeyecekseniz, üzerinde durmayalım.”

- ”Fakat, Bn. Grim.”

- ”İyi günler Bay Dill.”

Adamın da aynı şeyleri yapmasını belirten bir tavırla ayağa kalktı. Fakat adam kalkmadı.

- “Bir dakika bayan, delilik olduğunu biliyorum ama, istediğiniz parayı ödeyeceğim.”

Yaşlı kadın uzun süre adama baktı.

- “Emin misiniz, Bay Dill?”

- ”Kesinlikle, yeterince param var. Eğer evi satmanızın tek yolu buysa, parayı alacaksınız.”

Grim hafifçe gülümsedi.

- ”Sanırım limonata iyice soğumuştur. Size getireyim. Siz içerken ben de evi anlatırım.”

Kadın elinde tepsi ile geriye döndüğünde Dill yine mendille alnındaki terleri siliyordu.Limonatayı zevkle yudumlamaya başladı.
Yaşlı kadın sallanan sandalyesine yaslanırken

- “Bu ev.” Diye söze başladı. ”1902’den beri aileme aittir. Kasabadaki en sağlam ev olmadığını da biliyorum. Oğlum Michael doğduktan sonra bodrumum su bastı. O günden bu yana da bir türlü kurutamadık. Aaron bazı yerlerin çürüdüğünü de söylüyor. Yine de bu eski evi severim. Bilmem anlatabiliyor muyum?”

- Dill, “Evet.” dedi.

- ”Michael 9 yaşında iken babası öldü. Ondan sonra sıkıntılar başladı. Michael belki de benden çok babasını özlüyordu. Çok vahşi ve haşin bir çocuk olmuştu. Liseyi bitirince kasabayı terkedip kente gitti. Çok hırslı bir insandı. Kentte ne yaptığını bilmiyorum. Fakat başarıya ulaşmış olmalıydı. Bana düzenli para gönderirdi.” Gözleri nemlenmişti.
”Kendisini 9 yıl görmedim. Dokuz yıl sonra geldiğinde başı dertte idi. Zayıf ve yaşlanmış bir durumda bir gece yarısı çıka geldi. Yanında ufak, siyah bir valizden başka bir şey yoktu. Valizi elinden almak istediğim zaman bana vurdu. Bana, annesine vurdu. Ertesi gün bir kaç saat için evi terketmemi söyledi. Ne yapmak istediğini açıklamadı. Döndüğümde valiz ortadan yok olmuştu.”

Şişman adam gözlerini limonata bardağına dikmiş öylece dinliyordu.

”O gece evimize bir adam geldi. İçeriye nasıl girdiğini bilmiyorum. Michael’ın odasından sesler duydum. Oğlumun içinde bulunduğu tehlikenin ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Kapının arkasından dinlemeye çalıştım. Fakat yalnızca bağrışmalar tehditler ve…” Bir an durakladı. Omuzları sarsılıyordu…

”…ve bir silah sesi duydum.” diye devam etti. “İçeriye girdiğim zaman yatak odasının penceresi açıktı ve yabancı gitmişti. Michael’ımda yerde yatıyordu. Ölmüştü. Tüm bunlar bundan 5 yıl önce oldu. Ondan sonra polis bana olanları anlattı. Michael ve tanımadığım o adam birçok suç işlemişler. Bir sürü yerlerden bir kaç milyon dolar çalmışlar. Michael parayı alıp kaçmış. Parayı bu evde, hala bilemediğim bir yerde saklamıştı. Sonra diğer adam hissesini almak için oğlumu arayıp bulmuştu. Paranın yok olduğunu görünce de oğlumu öldürmüştü.”

Başını kaldırıp adama baktı.

”İşte o zaman evimi 750.000 dolara satışa çıkardım. Bir gün oğlumun katilinin döneceğini biliyordum. O bir gün gelip fiyat ne olursa olsun evi almak isteyecekti. Bütün yapacağım, yaşlı bir kadının köhne evine bu kadar çok para vermeye razı olacak adamı buluncaya kadar beklemekti.”

Sandalyesini ağır ağır sallıyordu. Dill bardağı yere bıraktı, diliyle dudaklarını yaladı.”Uf!” dedi. Bu limonata çok acı…” Bakışları canlılığını kaybetti, hafif titreme ile başı, omuzunun üzerine cansız düştü.

Amerika'nın Medeniyet Anlayışı

70 milyon Kızılderili’yi katlettiler; dünyayı kana boğdular: 1492'de keşfedilen Amerika Kıtası, bu tarihten itibaren insanlık tarihinin en büyük cinayetlerine sahne oldu. Avrupa'nın vahşi devletleri buradaki yerli halkları akıl almaz şekillerde katletti ve soykırıma tabi tuttular. Sonra bu vahşiler, ABD’yi kurdular.


Kızılderililerin ve Afrikalı kölelerin üstüne kurulan ABD, kendi geçmişine bakmaksızın siyasi oyunlar ve Ermeni lobisinin baskısı ile Türkiye’yi soykırımcılıkla suçluyor. ABD’nin soykırımcı tarihi bütün açıklığı ile orta yerde dururken Osmanlı’nın son dönemlerinde yapılan tehciri, küresel oyunlarla “soykırım” gibi göstermeye çalışıyorlar. Her Kızılderili için resmi olarak 5 dolar ödeyen ABD toplamda 70 milyon Kızılderili’yi katletti. O dönemde dünya nüfusunun 5’te birini Kızılderililer oluştururken bugün yok denecek kadar azlar. Amerika bugün de aynı vahşetlerini dünyanın bütün coğrafyalarında devam ettiriyor.
Resmi olarak 4 Temmuz 1776 tarihinde Kızılderililerin kanları üstüne kurulan Amerika Birleşik Devletleri, kendi soykırımcı tarihine bakmaksızın Osmanlı’nın son dönemlerinde yapılan tehciri soykırım gibi göstermeye çalışıyor.

ERMENİ TASARISI AMERİKA’NIN YÜZSÜZLÜĞÜDÜR
ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi tarafından kabul edilen 252 nolu tasarı, ABD’nin yüzsüzlüğü olarak kayda geçti. Çünkü Amerika'nın yerlisi olan Kızılderililer ve Afrika'dan köle olarak getirdikleri siyah derililerin kanları üstüne kurulan Amerika, bugün de aynı vahşetlerini dünyanın tüm coğrafyalarında devam ettiriyor.
1492'de keşfedilen Amerika Kıtası, bu tarihten itibaren insanlık tarihinin en büyük cinayetlerine sahne oldu. Avrupa'nın vahşi devletleri olan İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar ve İngilizler, buradaki yerli halkları akıl almaz şekillerde katletti ve soykırıma tabi tuttular.
Amerika'nın yerlisi olan Kızılderililer ve Afrika'dan köle olarak getirdikleri siyah derililerin kanları üstüne kurulan Amerika bugün de aynı vahşetlerini dünyanın tüm coğrafyalarında devam ettiriyor.

VAHŞİ AMERİKA'NIN KATLİAMLARINDAN BAZILARI
Amerika'nın işkencelerini belgeleyen Carol Richardson'un 'What does god require? Working to close the 'school of assassins' adlı eserinde yer alan Amerika'nın katliamları ve işkencelerinden bazıları şöyle;
- 1898: Meksika'yı işgal etti, aynı yıl Küba'ya girdi.
- 1921: Nikaragua'yı işgal etti. 40 yıldan fazla sürecek bir terör devrini başlattı.
- 1945: Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombası attı. 250 bin kişi vahşice öldü.
- 1950: Kore’ye saldırdı. Yüz binlerce Koreliyi katletti.
- 1954: Binlerce Guatemalalıyı öldürdü.
- 1955: Endonezya, Laos ve Kamboçya'da çok sayıda CIA operasyonu düzenledi.
- 1950: Küba'da 60 bin kişi, ABD destekli Batista birliklerince katledildi.
- 1961: Küba'ya karşı Domuzlar Körfezi çıkarmasını örgütledi.
- 1965: Dominik'e paraşütçülerini indirdi ve 10 bin Dominikliyi katletti.
- 1970: Kamboçya ve Laos'ta ABD, 1 milyon insanı katletti.
- 1973: Şili'de CIA'nın düzenlediği darbe ile 30 bin kişi katledildi.
- 1975: Vietnam işgali bittiğinde arkasında milyonlarca ölü bıraktı.
- 1983: Lübnan’da 14 bin deniz piyadesi binlerce Lübnanlıyı katletti.
- 1983: 2. Lübnan işgalinde Lübnan'a günlerce bomba yağdırdı.
- 1986: Libya'yı bombaladı, bine yakın sivili katletti.
- 1989: Panama'ya asker çıkarttı ve 5 bin Panamalıyı katletti.
- 1991: Irak’ta ilk Körfez Savaşını başlattı, binlerce insanı katletti.
- 1991: Somali'yi işgal etti.
- 2001: Afganistan’ı işgal etti. İşgal devam ediyor. Her gün insanlar katlediliyor.
- 2003: Irak’ı yeniden işgal etti. 1.000.000 civarında insanı katletti. Katliam sürüyor.

HEP "ÖZGÜRLÜK" YALANININ ARKASINA SIĞINDI
- İran'a karşı başlattığı ahlaksız ambargoyu yıllardır sürdürüyor.
- Latin Amerika'da ABD'nin bulaşmadığı savaş, katliam, insan hakları ihlali yok gibi. Nikaragua'dan kaçan işkenceci, halk düşmanı örgütleri destekledi ve Nikaragua halkının üstüne saldırttı.
- Birçok Latin Amerika ülkesinde de Ulusal Muhafızlar adı altında Ölüm Mangaları'nı örgütledi, eğitti, finanse etti, silahlandırdı ve halkın üzerine saldırttı.
- ABD son olarak Irak ve Afganistan'da yüz binlerce Müslümanı şehit etti, kadınların namuslarına el uzattı ve hapishanelerde on binlerce Müslümana sistematik işkenceler yaptı.

============ ======
Kızılderili halka karşı tam bir soykırım uygulandı
Her Kızılderili için resmi olarak 5 dolar ödeyen ABD, toplamda 70 milyon Kızılderiliyi katletmişti. Kristof Kolomb’un 1492 tarihindeki keşfinden hemen sonra başlayan Kızılderili katliamı, yerli halkın tabi tutulduğu soykırımın adıdır. O tarihten 1886 yılına kadar süren katliamda, 70 milyon Kızılderili ortadan kaldırıldı. Devlete ait binaların bodrumları, Kızılderili kafataslarıyla dolmuş taşmıştı. İlk biyolojik silah, Kızılderililer üzerinde uygulanmıştı. Sürgüne gönderilen Kızılderililere yardım olarak dağıtılan battaniyelere çiçek mikrobu bulaştırılarak çok sayıda insanın öldürülmesi sağlanmıştı. Kızılderililerin açlıktan ölmesi için başlıca yiyecekleri olan bizonların toptan ölmesi de, soykırım yöntemlerinden biri olmuştu. Amerika kıtasını keşfeden Kristof Kolomb’un seyir günlüğüne göre Kızılderililer, “Keskin silahları ilk kez gören, kötülüğü tanımayan ve hiç silahı olmayan” bir ulustu. O tarihlerde dünya nüfusunun 5’te biri Kızılderiliydi. Ancak bugün, soykırımlarla yok denecek seviyeye geldi.

ABD’NİN İLK BAŞKANI: BU VAHŞİ HAYVANLARI TOPTAN İMHA EDECEĞİZ
Kızılderililere tahammül edemeyen bu zorbalar; onları “halk” olarak bile görmüyordu. ABD’nin kurucusu ve ilk Başkanı George Washington’un sözleri de tezi doğruluyordu. Washington, yerlileri vahşi kurtlara benzeterek, “Bu vahşi hayvanların (Kızılderilileri kastediyor) tamamen imha edilmesi gerekiyor” diyordu. Sonuçta da öyle oluyordu. ABD’nin bir başka Başkanı Theodore Roosevelt de Washington’dan geri kalmıyordu: “Ben en iyi yerli (Kızılderili) ölü yerlidir demek istemiyorum ama 10’da 9’u öyledir” diye konuşuyordu.

============ ======
400 YILDA 90 MİLYON AFRİKALI KÖLELEŞTİRİLDİ
Sözde Ermeni Soykırımı iddiaları ile Türkiye’yi yargılamak isteyen ABD, Avrupa uluslarınca 400 yıldan fazla sürdürülen acımasız insan ticaretinden büyük payı da kendisi almıştı. 1517'de İspanya kralı tarafından plantasyon köleliği Amerika'daki İngiliz kolonilerince de sürdürüldü. Köle ticaretinin sürdürüldüğü 400 yıl boyunca Afrika 75 ile 90 milyon arasında genç erkeğini yitirdi. Bu dönemde Afrika'dan Amerika'ya 15 milyon köle getirildi. Aradaki fark, köleleştirilen Afrikalıların yolda ölmesinden kaynaklanmaktaydı . Gemilerde milyonlarca köle yaşamını yitirdi. Karaib Adalarındaki halkın % 90’ı da köleleştirildi.

TANRI'NIN MUHTIRASI

TANRI'NIN MUHTIRASI:


Beni dinle.

Ağladığını duyuyorum.

Sesin karanlığı geçip, bulutlardan süzülüp, yıldızların ışığında parlayıp, güneşin ışığında kalbimin yolunu buluyor.

Kapana kısılmış bir tavşanın çığlığı, annesinin yuvasından düşmüş bir serçe, bir gölde umutsuzca çırpınan çocuk bana acı verir.


Seni duyduğumu bil. Huzurlu ol. Sakin ol.

Acının sebebini ve ilacını biliyorum ve sana kurtuluşunu getiriyorum.

Yıllar içinde dağılan çocukluk hayallerine ağlıyorsun.

Başarısızlıkla yıkılan özgüvenine ağlıyorsun.

Harcanan yeteneklerine ağlıyorsun.

Acıyla kendine bakıyorsun ve havuzda gördüğün aksine dehşetle sırtını dönüyorsun. Utancın kansız gözleriyle sana bakan bu insanlığın yüz karası da kim?


Tavrının asaleti, bedeninin güzelliği, zihninin açıklığı, dilinin zekâsı?

Kim çaldı onları? Hırsızın kim olduğunu biliyor musun, benim gibi?

Babanın tarlasında başını çimenden yastığına koyduğunda ve bulutlar katedraline baktığında, Babil’in tüm altınlarının bir gün senin olacağını düşünmüştün.


Kitaplardan okudukça, tabletlere yazdıkça, Süleyman’ın tüm bilgeliğinin sana geçeceğine inanmıştın.

Ve mevsimler yıllara dönüşürken, kendi “Cennet Bahçe”nde yüce hükümranlığını sürdürecektin.

O planları, hayalleri, umut tohumlarını içine kimin ektiğini hatırlıyor musun?

Hatırlayamazsın.

Annenin rahminden çıktığın ve benim elimi yumuşak alnına dayadığım o anı hatırlayamazsın. En iyi dileklerimin senin olması için kulağına fısıldadığım sırrı hatırlayamazsın.

Sırrımızı hatırlıyor musun?

Hatırlayamazsın.

Geçen yıllar, anılarını yok etti, zihnini korku, şüphe, endişe, nefretle doldurdu. O canavarların barındığı yerde artık neşeli anılara yer yok.

Ağlama artık. Ben seninleyim… Ve bu an yaşamının dönüm noktası. Her şey, tıpkı annenin rahminde geçirdiğin zaman gibi geçip gitti. Geçmiş oldu. Bugün sen, yasayan ölü olmaktan kurtuluyorsun.

Bugün ağzımı ağzına koyuyorum, gözlerimi gözlerine, ellerimi ellerine ve etin sıcak yine.

Bugün sana gelmeni emrediyorum. Mahşerin mezarından çıkıp yeni bir hayata başlayacaksın.

Bu senin yeni doğum günün. İlk yaşamın. Tıpkı bir tiyatro oyunu gibi, öncekiler yalnızca provaydı. Bu kez perde kalktı. Bu kez dünya izliyor ve alkışlamak için bekliyor. Bu kez kaybetmeyeceksin.


Mumlarını yak. Pastanı kes. Yeniden doğdun. Kozasından çıkan bir kelebek gibi uçacaksın… Dilediğin kadar yüksekten uç. Başında benim elimi hisset.

Benim bilgeliğime katıl.

Doğarken duyup, unuttuğun sırrı, seninle yine paylaşmama izin ver.


SEN BENİM EN BÜYÜK MUCİZEMSİN...



Bunlar duyduğun ilk sözcüklerdi. Sonra ağladın. Herkes ağladı. O zaman bana inanmadın… Ve bu inançsızlığını giderecek hiçbir şey olmadı, bunca yıldır. En aşağılık işleri bile beceremediğini düşünürken nasıl bir mucize olabilirsin? En önemsiz sorumluluklarla yüklenmişken ve kendine güvenini kaybetmişken nasıl bir mucize olabilirsin? Borç içine batmışken ve yarınki ekmeğini nasıl kazanacağını düşünerek uyuyamazken, nasıl bir mucize olabilirsin?

Yeter. Olan oldu artik. Oysa kaç peygamber, kaç bilge, kaç şair, kaç ressam, kaç besteci, kaç bilim adamı, kaç filozof ve Mesih gönderdim, hepsi de ilahiliğinden, tanrısal potansiyelinden ve başarının sırlarından bahsediyorlardı. Onlara nasıl davrandın?


Hala seni seviyorum ve şu anda bu kelimelerle seninleyim. Tanrı’nın insanların yaralarını iyileştirmek için elini ikinci kez onların üzerine koyacağını söyleyen peygamberi doğrulamak için.


Elim yine üzerinde.

Bu ikinci kez.

Sen benim kalıntımsın.

Bunu söylemeye gerek yok, bilmiyor muydun, duymamış mıydın, en başında sana söylenmemiş miydi; dünyanın yaradılışından anlamamış mıydın?

Bilmiyordun, duymamıştın, anlamamıştın.


Sana özel bir eser olduğun söylenmişti; sebepleri asil, şekil ve hareketleri etkili, hayranlık verici ve meleksi, Tanrı gibi anlayışlı.


Sana toprağın tuzu olduğun söylenmişti. Sana dağları bile oynatmanın sırrı verilmişti, imkânsızı başarmanın. Sen kimseye inanmadın. Mutluluk haritanı yaktın, zihninin huzurundan vazgeçtin, zafere giden kaderinin yolundaki mumları söndürdün, sonra tökezledin, kayıp ve korkmuş bir halde, kendine acımanın karanlığında, kendi yarattığın cehenneme düşene dek...

Ağladın sonra. Seni düşüren talihine küfür edip, göğsüne vurdun. Kendi miskin düşüncelerinin sonuçlarını kabul etmedin, tembelliğinin ve başarısızlığının sorumluluğunu yükleyecek bir günah keçisi aradın. Hemen de buldun…

Beni suçladın!

Engellerinin, başarısızlığının, fırsat bulamamanın Tanrı’nın isteği olduğunu haykırdın.

Yanılıyordun!

Elimizdekilere bir bakalım. İlk önce engellerine bakalım. Araçların olmazsa, yeni bir yaşam kurmanı nasıl isterim?


Kör müsün? Güneşin doğup battığına şahitlik etmiyor musun?
Hayır görüyorsun… Ve gözlerine yerleştirdiğim yüz milyonlarca alıcı, yaprağın büyüsünden, bir kar tanesinden, bir golden, bir kartaldan, bir çocuktan, bir buluttan, bir yıldızdan, bir gülden, bir gökkuşağından ve aşk dolu bir bakıştan zevk almanı sağlıyor. Hayır duası et.


Sağır mısın? Bir bebek sen duymadan gülüp ağlayabilir mi?
Hayır. Duyuyorsun… Kulaklarına yerleştirdiğim yirmi dört bin tel, ağaçlardaki rüzgârla titreşiyor; kayalıklardaki gelgitle, operanın haşmetiyle, bülbülün çığlığıyla, oyun oynayan çocukların cıvıltısıyla ve “seni seviyorum” sözcükleriyle. Yine şükret.

Dilsiz misin? Dudakların ileri geri oynayıp yalnızca tükürük mü üretiyor?
Hayır. Konuşabiliyorsun… Diğer hiçbir yaratığımın yapamadığı bir şey bu. Sözcüklerin sinirliyi sakinleştiriyor, umutsuza umut veriyor, vazgeçeni heveslendiriyor, yenilmişe destek veriyor, cahile öğretiyor… Ve “seni seviyorum” diyor. Tekrar şükret.


Sakat mısın? Muhtaç vücudun yer mi işgal ediyor?
Hayır. Hareket edebiliyorsun. Sen ufak bir alana hapsolmuş rüzgâr ve dünya tarafından rahatsız edilen bir ağaç değilsin. Gerinebilirsin, koşup dans edip, çalışabilirsin, sana beş yüz kas, iki yüz kemik ve yedi mil sinir teli verdim, hepsini ben ayarladım senin için. Yine şükret.


Sevilmiyor ve sevmiyor musun? Gece ve gündüz, yalnızlık mı sarmalıyor seni?
Hayır. Artık değil. Artık sırrını biliyorsun, sevgiyi alabilmek için onu karşılık beklemeden vermelisin. Kendini iyi hissetmek, tatmin olmak ya da gurur için sevmek, sevmek değildir. Sevgi karşılığı beklenmeyen bir ödüldür. Bencil olmadan sevmenin artık başlı başına bir ödül olduğunu biliyorsun. Sevgi karşılık bulmasa da kaybolmaz, verdiğin sevgi sana geri döner, kalbini temizler ve yumuşatır. Bir daha şükret. İki kere şükret!

Kalbin mi zayıf? Kanıyor mu ya da yaşamını sürdüremiyor mu?
Hayır. Kalbin güçlü. Göğsüne dokun ve ritmi hisset. Kalbin saatlerce, günlerce, gecelerce atıyor. Her sene otuz altı milyon vuruş yapıyor. Altmış bin damardan yılda altı yüz galon kan pompalıyor. İnsanoğlu asla böyle bir makine icat edemedi. Tekrar şükret.

Bir cilt hastalığın mı var? Sen yaklaşınca insanlar korkuyla kaçıyorlar mı?
Hayır. Cildin temiz ve bir harika, onu yalnızca sabunlaman ve ona bakman gerekiyor. Zaman içinde tüm çelikler yıpranır, paslanır ama cildine bir şey olmaz. En güçlü metaller bile kullanıldıkça yıpranır, ama seni sardığım o tabaka yıpranmaz. Sürekli kendini yeniler, eski hücreler yerini yenilere bırakır. Tekrar şükret.


Ciğerlerin mi kirli? Yaşamın nefesi vücuduna girerken zorlanıyor mu?
Hayır. Yaşama açılan lombarların kendi yarattığın en pis ortamlarda bile sana destek oluyor ve sana yaşam veren oksijeni getirip vücudunu artık gazlardan arındırıyorlar. Bir daha şükret.


Kanın zehirli mi? Su ve cerahatle mi dolu?
Hayır. Kanının içinde yirmi iki trilyon kan hücresi, her hücrede milyonlarca molekül ve her molekülün içinde, her saniyede on milyon defadan fazla titreşen bir atom var. Her saniye iki milyon kan hücren oluyor, yerine iki milyon yeni hücre geliyor ve bu doğduğun günden beri oluyor. Her zaman içinde olan, şimdi dışında da oluyor. Bir kez daha şükret.


Aklını kullanamıyor musun? Artık kendi kendine düşünemiyor musun?
Hayır. Beynin evrendeki en karmaşık yapı. Biliyorum. İçinde on üç milyar sinir hücresi var, dünyadaki insan sayısından çok daha fazla. Her gördüğünü, her sesi, her tadı, her kokuyu, her hareketini doğduğundan beri dosyalıyor.

Hücrelerinin içine, bin milyar protein molekülü yerleştirdim. Yaşamındaki her olay yalnızca hatırlanmayı bekliyor orada. Ve beynine vücudunun kontrolünde yardımcı olsunlar diye, vücuduna dört milyon acı hissini sağlayan yapı, beş yüz bin dokunma detektörü ve iki yüz binden fazla ısı detektörü koydum. Hiçbir devletin altını senden daha iyi korunmuyor. Hiçbir antik harika senden daha yüce değil.


Sen benim en iyi eserimsin.
İçinde, dünyanın en büyük şehirlerini yok edebilecek ve yeniden kurabilecek güçte atom enerjisi var.

Fakir misin? Cüzdanında hiç altın ya da gümüş yok mu?
Hayır. Sen zenginsin. Şimdi servetini birlikte daha iyi hesapladık. Listedekileri tekrar say ve iyice öğren.

Neden kendine ihanet ettin? Neden tüm hayır dualarının elinden alındığını düşünüp de ağlıyorsun? Neden güçsüz olduğuna ve hayatını değiştiremeyeceğine inanarak kendini aldatıyorsun? Yeteneğin, duyuların, zekân, zevklerin, içgüdülerin, hislerin ve onurun yok mu? Umudun yok mu? Neden gölgelerde sürünüyorsun, cehennemin rutubetine çağrılmayı bekleyen yenik bir dev gibi?

Çok şeyin var. Hayır duaların bardağından taşıyor. Onları sana öyle bir cömertlik ve sıklıkla verdim ki lüks içinde şımarmış bir çocuk gibisin, onların farkında değilsin.

Cevap ver bana.

Kendine cevap ver.

Yaşlı, hasta, sakat, muhtaç ama zengin bir adam, senin hafife aldığın o kutsallığa sahip olabilmek için, kasasındaki tüm altını verirdi.

O halde, mutluluk ve başarının ilk sırrını öğren. Bu senin hazinen, bugünden başlayarak yeni ve daha iyi bir gelecek kurmana yarayacak araç gereç.


O yüzden şimdi sana diyorum ki şükretmen gerekenleri gör ve şimdiden benim en büyük eserim olduğunu bil. Bu yaşayan bir ölü olmaktan kurtulmanı ve dünyanın en büyük mucizesini gerçekleştirmeni sağlayacak ilk kural.


Yoksulluk içinde öğrendiğin derslere şükret.
Çünkü az şeyi olan, fakir değildir; yalnızca çok isteyen fakirdir. Gerçek güvenlik insanın sahip olduklarında değil, sahip olmadıklarındadır. Başarısızlığına sebep olan engellerin nerede? Onlar yalnızca senin zihnindeler. Şükretmen gerekenleri gör.

İkinci kural da birinciye benziyor.
Nadideliğini ilan et!

Kendini ufak tefek şeylerle uğraşmaya mahkûm ettin ve orada başarısızlığını affedemeyerek, kendi nefretinle kendini yok ederek, kendini cezalandırarak, kendine karşı ve başkalarına karşı işlediğin suçlardan iğrenerek öylece yatıyorsun.

Şaşkın değil misin?

Sen kendini affedemezken, benim seni nasıl olup da affettiğimi, günahlarını ve acınacak halini nasıl bağışladığımı anlayamıyorsun. Simdi sana üç neden sayıyorum. Bana ihtiyacın var. Sen sıradanlığın gri yığını içinde, yok oluşa doğru giden bir hayvan sürüsü değilsin. Ve sen bir nadidesin!


Rembrandt ‘in bir resmini, Degas ‘in bronz bir heykelini, Stradivarius ‘un bir kemanını ya da Shakspeare ‘in bir oyununu düşün. Bu kadar değerli olmalarının iki nedeni var. Onların yaratıcıları ustalardır ve sayıları azdır. Ayrıca onların bir eşine rastlamak mümkündür.

Bu yüzden sen dünya üzerindeki en değerli hazinesin, çünkü seni kimin yarattığını biliyorsun ve sen yalnızca bir tanesin. Dünya kurulduğundan beri, senin tıpatıp aynın bir kişi daha olmamıştır. Dünyanın sonu gelene kadar da asla, senden bir tane daha olmayacaktır.


Özelliğinin ve tekliğinin hiçbir zaman farkına varmadın. Yine de dünyadaki en nadide varlıksın.

Yüce aşk anında babandan sayısız aşk tohumu aktı, dört yüz milyondan fazla. Hepsi, annenin içinde yüzerken öldü. Bir tanesi hariç! Sen.


Annenin sevgi dolu sıcaklığında yaşadın, diğer yarını, annenden tek bir hücre, iki milyon tanesi ancak bir meşe palamudunu dolduracak kadar ufak bir hücre arayarak.

Yine de sen tüm imkânsızlıklara rağmen o karanlık ve felaket okyanusunda yaşadın, o olumsuz hücreyi buldun, onunla birleştin ve yeni bir yaşama başladın. Senin yaşamına.


Sen geldin, her çocuk gibi, henüz insandan umudumu kesmediğim mesajını getirdin. İki hücre bir mucizede birleşti. İkisinde de yirmi üç kromozom ve her kromozomda yüzlerce gen olan, her biri gözlerinin renginden, davranışlarına, beyninin ölçüsüne kadar senin özelliklerini taşıyan iki hücre.


Tek buyruğumla, babanın dört yüz milyon sperminden biriyle, annenin ve babanın kromozomlarındaki yüzlerce genden birini birleştirip, her biri diğerinden farklı, üç yüz bin milyar insan yaratabilirdim.


Ama kimi yarattım?

Seni! Tek bir tür. En nadide. Paha biçilmez bir hazine. Zihni, konuşması, görünüşü, hareketleri, davranışları yaşamış, yaşayan ve yaşayacak hiç kimseye benzemeyen.

Bir kralın hazinesine bedelken, kendini niye kuruşla ölçüyorsun?

Seni aşağılayanları neden dinledin? Daha da kötüsü onlara neden inandın?

Artik nadideliğini karanlıkta saklama. Onu göster. Dünyaya göster.

Kardeşinin yürüdüğü gibi yürümeye, liderinin konuştuğu gibi konuşmaya, vasatların çalıştığı gibi çalışmaya çalışma. Bir başkasının yaptığını yapma.

Asla taklit etme. Şeytanı taklit eden örneği aşar, iyiyi taklit eden yetersiz kalır. Kimseyi taklit etme. Kendin ol. Nadideliğini dünyaya göster ve onlar seni altınla yıkasınlar. İste bu da ikinci kuraldır.

Hiçbir engelin yok. Sen sıradan değilsin. Kendini aldattığını kabul et.


Sıradaki şikâyetin ne? Hiç mi fırsat çıkmıyor önüne?

Öğüdümü dinle. Hepsi geçecek, çünkü sana her türlü işte, başarının kuralını veriyorum. Yüzyıllarca önce bu kural atalarına bir dağın tepesinde verilmişti. Bazıları kurala uydu ve yaşamları mutluluğun meyveleriyle, başarıyla, altınla ve huzurla doldu. Çoğu dinlemedi, büyülü yollara başvurdular, garip yollara girdiler, ya da yaşamın zenginliklerine kavuşmak için şans denen şeytanı beklediler. Ümitsizce beklediler… Tıpkı senin gibi, sonra ağladılar, senin ağladığın gibi, şanssızlıklarını bana bağlayarak.

Kural basit. Genç ya da yaşlı, dilenci ya da kral, siyah ya da beyaz, erkek ya da dişi… Hepsi sırrı kendi yararlarına kullanabilirler. Başarının tüm o kuralları, sözleri, yazıları içinde yalnızca bir metot hiç başarısız olmamıştır… Onunla bir mil gitmek için çaba gösteren, iki mil gider.


Bu, üçüncü kural… Bu zenginlikler yaratan ve rüyalarından bile daha öteye giden bir sır. Bir mil daha git!

Başarının tek yolu, senden beklenenden daha iyisini yapmaktır, işin ne olursa olsun. Bu, dünya kurulduğundan beri her başarılı insanın yaptığı şeydir. Kendini sıradanlaşmaya mahkûm etmenin yolu, yalnızca karşılığını aldığın kadarını yapmaktır.

Eğer aldığın gümüşten fazlasını vermişsen, aldatıldığını düşünme. Verdiğin güzelliklerin bir terazisi vardır; eğer bugün karşılığını almazsan, yarın mutlaka on katını alırsın. Sıradanlık bir mil bile gitmez, neden kendimi aldatayım diye düşünür. Ama sen sıradan değilsin. Bir mil daha ilerlemek kendi rızanla elde edeceğin bir ayrıcalıktır. Yapamazsın, onu engellememelisin. Eğer bırakırsan, diğerleri kadarıyla yetinirsen, başarısızlığının tek suçlusu sen olursun. Sebep ve sonuç, araç ve hedef, tohum ve meyve, bunlar ayrılamaz. Sonuç sebepten doğar; hedef, araçların içinde vardır ve meyve her zaman tohumundadır.


Bir mil daha git.

Takdir bilmeyen biri için çalıştığını düşünüp kendine dert etme. Ona daha fazla hizmet et.

Ve onun yerine bırak alacaklı olduğun ben olayım. O zaman bileceksin ki her dakika her verdiğin ekstra hizmet benim tarafımdan karşılığını bulacaktır. Ödülün zamanında gelmeyecek diye endişelenme. Ödeme ne kadar gecikirse, senin için o kadar daha iyi.


Başarıyı çağıramazsın, ancak onu hak edersin ve artık onun az bulunan ödülünü almanın sırrını biliyorsun. Bir mil daha git.

Sen benim en büyük mucizemsin.

Sen dünyanın en büyük mucizesisin.

Başarı ve mutluluğun üç kuralı var:

Şükretmen gerekenleri gör! Nadideliğini ilan et! Bir mil daha git!


Sabırlı ol. Bunlar göz açıp kapayıncaya kadar olmaz. Zorluklarla kazandıkların elinde daha uzun sure kalır.
Yeni hayatına başlarken korkma. Her soylu başarı, risklerini de beraberinde taşır. Birini kazanmaktan korkan, daha fazlasını hiç kazanamaz. Artık bir mucize olduğunu biliyorsun ve mucizede korku olmaz.


Gururlan. Sen dikkatsiz bir yaratıcının bir laboratuardaki deneyinin ürünü değilsin. Anlayamadığın güçlerin esiri değilsin. Sen yalnızca benim gücümün özgür bir dışa vuruşunun, yalnızca benim sevgimin ürünüsün. Sen bir amaçla yapıldın. Elimi hisset. Sözlerimi duy.
Bana ihtiyacın var… Ve benim de sana.

Yeniden inşa edeceğimiz bir dünyamız var. Bunun için bir mucize gerekiyorsa bundan bize ne? Her ikimiz de mucizeyiz ve şimdi birbirimize sahibiz.

Seni dev bir dalgadan alıp, çaresizce kumlara çarptığım günden beri sana olan inancımı hiç kaybetmedim. Zamanı ölçmeye kalkarsan, bu beş yüz milyon yıl önceydi. Otuz bin yıl önce kusursuzluğa ulaşana dek, birçok model, şekil, ölçü denedim. Bunca yıldır seni düzeltmek için hiç çaba sarf etmedim.


Bir mucize nasıl düzeltilebilir ki? Sen bir mücevherdin ve ben de memnun olmuştum. Sana bu dünyayı ve hâkimiyetini verdim. Sonra tam potansiyeline ulaşman için, bir kez daha sana elimi verdim, evrendeki hiçbir yaratığa bahşedilmeyen güçler verdim.

Sana düşünme gücü verdim.

Sana sevme gücü verdim.

Sana seçme gücü verdim.

Sana gülme gücü verdim.

Sana hayal etme gücü verdim.

Sana yaratma gücü verdim.

Sana plan yapma gücü verdim.

Sana konuşma gücü verdim.

Sana dua etme gücü verdim.


Seninle sınırsız bir gurur duyuyorum. Sen benim son eserimsin, benim en büyük mucizemsin. Tam bir yaşayan varlık. Her iklime, her güçlüğe, her zorlamaya uyum sağlayabilen. Benden yardım beklemeden kendi kaderiyle başa çıkabilen. Kendisi ve insanlık için en iyiyi, içgüdüleriyle değil düşünceyle gösterebilen.


Böylece, başarı ve mutluluğun dördüncü kuralına geldik; hiçbir meleğime vermediğim bir güç bu.

Sana seçme gücü verdim.


Bu armağanla seni meleklerimden de üst seviyeye koydum; çünkü meleklerin günahı seçme hakları yoktur. Sana kaderinin tüm kontrolünü verdim. Kendi özgür iradenle kendi yaradılışının doğasını belirlemene izin verdim. Ne cennete ne de dünyaya ait olmak zorundasın, kendini istediğin şekle sokmakta özgürsün. En düşük yaşam biçimini benimsemekte özgürsün, ya da ruhunun değerlendirmesiyle, en yüce formda yeniden doğabilirsin ki onlar ilahidir.

Senin yüce gücünü, seçme gücünü elinden almadım hiç. Bu inanılmaz güçle ne yaptın? Kendine bak. Yaşamında yaptığın seçimleri düşün ve hatırla, simdi o acı anları yaşamamak için bir şansın daha olsaydı, dizlerinin üzerine çökerdin.

Geçmiş geçmiştir. Şimdi dördüncü büyük kuralı biliyorsun, mutluluk ve başarının dördüncü kuralını.


Seçme gücünü akıllıca kullan:

Sevmeyi seç… Nefreti değil.
Gülmeyi seç… Ağlamayı değil.
Yaratmayı seç… Yok etmeyi değil.
Azmi seç… Vazgeçmeyi değil.
Yüceltmeyi seç… Dedikoduyu değil.
İyileştirmeyi seç… Yaralamayı değil.
Vermeyi seç… Ertelemeyi değil.
Büyümeyi seç… Bozulmayı değil.
Dua etmeyi seç… Küfretmeyi değil.
Yaşamayı seç… Ölmeyi değil.

Artık şanssızlıklarının benim isteğime bağlı olmadığını biliyorsun, tüm güç senin içindeydi ve seni insanlıktan çıkaran davranışların ve düşüncelerin senin yaptıklarının sonucuydu, benim yaptıklarımın değil. Senin küçük doğan için benim güç armağanlarım çok fazlaydı. Artık büyüdün, akıllandın ve toprağın meyveleri senin olacak.

Sen harikalıklarla dolusun. Potansiyelinin sınırı yok. Yarattıklarımın içinde senden başka kim ateşi buldu? Kim yerçekimi kanununu keşfetti, gökyüzünü delip geçti, hastalıklara şifa buldu?


Bir daha asla kendini aşağılama.

Hiçbir zaman yaşamın kırıntılarıyla yetinme.

Bugünden itibaren asla yeteneklerini gizleme.

Bugünden zevk al… Ve yarından, yarınlardan.

Sen dünyanın en büyük mucizesini gerçekleştirdin.

Sen yaşayan bir ölü olmaktan kurtuldun.

Artık asla kendine acımayacaksın ve her yeni gün senin için başarı ve neşe olacak.

Sen yeniden doğdun… Daha önce olduğu gibi, başarısızlık ve mutsuzluğu ya da başarı ve mutluluğu seçebilirsin. Seçim senin. Seçim tamamen senin.


Ben ancak, önceki gibi, izleyebilirim… Gururla… Ya da acıyla.

O halde, mutluluk ve başarının dört kuralını anımsa.

Şükretmen gerekenleri gör.

Nadideliğini ilan et.

Bir mil daha git.

Seçme gücünü akıllıca kullan.

Diğer dördünü gerçekleştirebilmek için, bir şey daha yap. Her şeyi sevgiyle yap… Kendini severek, başkalarını severek ve beni severek.

Gözyaşlarını sil. Uzanıp elimi tut ve dik dur.


Bugün sana şu bildirildi;

SEN DÜNYANIN EN BÜYÜK MUCİZESİSİN..!!..




Alıntı...